O kadar görsellik öncelikli bir zamandayız ki, sanki her şey dış görünüşümüzden ibaret. Sosyal ilişkilerimizden ikili ilişkilerimize, iş ilişkilerimize, kilomuzdan tutun da giydiğimiz giysilere, kullandığımız telefonlara, kokumuza, arabalarımıza, evlerimize, gezdiğimiz yerlere kadar… Her şeyimiz bir marka deryasının peşinde. Hiçbir şeyi, sadece bizim önceliğimiz olduğu için yaşamıyoruz. Genel kabule ve takdire uyabilmek için yapıyoruz. Önce cilamızı parlatmamız lazım. İçinin ne olduğu ile artık kimse ilgilenmiyor. Ne yazık ki her gün görsel basın ve iletişim araçlarında bunu körükleyen yüzlerce haber var. Görseli iyi olanı takip ediyoruz. Kötü olanı ise acımasızca eziyoruz. Çok katı bir presten geçiyoruz. Özgüven eksikliği de bu temellere dayanıyor.
Baklavalar kabul görüyorsa, tüm genç adamlar spor salonlarına koşuyor. Kızlar pahalı arabaya sahip adaydan yana kullanıyorlar her zaman oylarını. Yerken ne hissettiğini değil, artık yemek yemenin anlamı, ne kadar havalı yerde yediğin önemli. Ortalık hep birbirine benzeyen insan klonları ile dolu. Herkesin burnu yapma, dudaklar dolgulu.Yeni çıkan telefon modelini takip etmek zorunda hissediyoruz. Pek çok şey değişti. Bu değişim yoruyor hepimizi. Yaşam şartları için de gücümüzü aşıyor. Yetemediğimiz yerde, eksikliğinin getirdiği sıkıntıları yaşıyoruz.
“Yeterince Güzel Değilim”
Orta yaştaki hastam, daha öncede gelmişti. Yardıma ihtiyacı olduğu belliydi ama o zaman buna ikna olmamıştı. “Kendimi sevmiyorum.” diyordu. Fiziğini beğenmediği için pek çok ameliyat olmuştu. Bu durumu kendisine takıntı haline getirmişti. Hoş bir hanımdı ama yine de mutlu değildi sonuçta. İlk halini görmek istediğimde gösterdiği resim, şuan ki halinden kesinlikle daha güzeldi. Ama öyle acımasız eleştiriyordu ki resimdeki halini… Özgüven eksikliği de tam bu noktada ortaya çıkmıştı.
Canan hanım, “Hiç mutlu değilim. Hayatıma hiç doğru insan girmiyor. Hepsi benden faydalanma derdinde. Beni cinsel obje gibi görüyorlar. İşleri bitince bırakıyorlar. Kimse beni gerçekten sevmiyor. Hayatımın bundan sonrası da böyle geçecek. Bunu düşünmek bile korkutuyor beni.” diyordu. Etrafındaki tüm arkadaşları, yaşıtları, çoktan çoluk çocuğa karışmıştı. Bir o kalmıştı yalnız olan. İnsanlar ona acıyarak bakıyorlardı. Ne zamandır yalnız hissettiğini sorduğumda ise “çocukluğumdan beri böyle hissediyorum.” dedi. Boşanmış anne-babanın çocuğuydu. Babası kardeşini, annesi ise onu almıştı ayrılırken. Oysa o, babasına tapardı. Annesiyle hiç yakın olamamışlardı. Annesi mesafeli bir kadındı. Zaten babasına çok benzediği için annesi onu hiç sevmemişti. Kardeşi çok güzel bir kızdı. Hep kız kardeşinin yerinde olmak istemişti.
İlk, ne zaman kardeşinin yerinde olmak istediğini sorduğumda, annesiyle babası ayrılırken aralarında geçen konuşmayı hatırladı. Babası, kardeşi için “melek gibi güzel, onu ben almak istiyorum.”demişti. Onlar farkında değillerdi orada olduğunun. Ama hiç unutmamıştı. Kardeşi gibi güzel olsa, babası onu almak isteyecekti. Onu sevecekti. Annesi de onu daha çok sevecekti. O yüzden yıllarca dış görünüşünü beğenmemiş ve pek çok estetik ameliyatı olmuştu. Ama daha onlarca ameliyat olsa da farketmeyecekti. Çünkü zaten çok hoş bir hanımdı. Yarası dışında değil içindeydi. Kendini sevmemesinin altında, sevilmemiş olmasının yattığını farketmişti. Beraber o güne ait hissettiği duyguyu boşalttık. Daha iyi hissediyordu artık. Ayna çalışması yaptığımızda kendine bakışının değiştiğini hissediyordu. Ona çok iyi geldiğini, tekrar geleceğini söyleyerek vedalaştık.
Görüşlerinizi yazın.